Her şeyden önce şunu itiraf edelim ki şiirde anlamdan ne kastedildiğini bilmiyoruz. "Düşünce"dedikleri bayağı görüşler yığını mı, öykü mü, mazmun mu ve "açıklık" bunların sıradan kavrayışa göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları gerekli sayanlar, şiiri tarih, felsefe, söylev, güzel ve etkileyici konuşma (belagat) gibi bir sürü "söz" sanatları ile karıştıranlar ve onu gerçek yüzü ve belirtileriyle seçip tanımayanlardır. Şiirin bu biçimde anlaşılması resim, müzik ve heykelcilik gibi sanatların kendilerine özgü fırça, boya, nota ve kalem gibi, kullanılması güç bir beceriye bağlı araçlara sahip olmalarına karşılık, şiirin bu gibi özel araçlardan yoksun olmasından ve anlatımını konuşulan dilden ödünç almak zorunda kalmasındandır. Bundan dolayıdır ki parmaklarının tutmasını bilmediği fırçaya ve gözlerinin okumasını bilmediği notaya karşı çekingen ve saygılı olan yetersiz kimseler, kendi kullandıkları sözcüklerden oluşmuş gibi gördükleri şiiri sıradan "dil" durumunda sayarak, sırf bu görüş açısından bakarak başkaca hazırlıklı olmaya hiç gerek görmeksizin, onu küstahça bir laubalilikle yargılamak hakkını kendilerinde bulurlar.
Sırr-ı men ez nâle-i men dür nîst Lîk çeşm ü gûşra an nur nîst *
*(Benin gizim-sırrım-iniltimden ya da çığlığımdan uzak değildir. Neyleyimki onların gözünde kulağında ışık yok.) Mevlana
Bu tanımın dışında hiçbir şiir yoktur. Böyle olmadığı ileri sürülebilecek bir şiir varsa o şiir değildir ve ona "şiir" diyenler şiirin ancak yabancılarıdır.
Bununla birlikte bir dakika için şiirde "açıklığın" gerekliliği kabul edilse bile önce açıklığın ne demek olduğunu anlamak gerekir. Hangi tür zekânın anlayışı açıklık için ölçü olarak alınmalı? Birisine göre açık olan bir şiirin başka birisine de öyle görünmesi hiç de gerekmez. Zekâlar vardır ki evrenin ortasına atılmış sönük aynalardır. Bunların anlamadığı yalnız şu ya da bu şiir değildir; bilinmezlerden oluşmuş sıkı ormanlar bunların zekâlarını ve ruhlarını her yandan çevirir. Geceler içinde yanan bir ateş gibi, tepede durana belli olan anlamın, uçurumdakine görünmemesi kadar zorunlu ne olabilir? Şair, genel dilden çıkarılmış sözcüklerin yeni anlamlarla zenginleşmiş, her harfi yeni uyumlarla çınlayan, gidişi ve söylenişi başka bir ölçeğe göre düzenlenmiş, güzellik, renk ve hayal ile dolu kişisel bir dil oluşturduğu andan başlayarak yapıtının açıklığı okura göre değişmeye başlar. Çünkü açıklık yapıta özgü olduğu kadar, okuyucunun da zekâ ve ruhu ile ilgili bir konudur. Her yerde olduğu gibi bizde de günlük gazetelerin tembel alıştırdığı okur, şiirde kolay bir zevk bulamaz. Oysa şiir anlaşılmak için ruh ve zekâ yeteneğinden başka çetin bir hazırlanma ve hattâ ışık, hava ve zaman koşulları gibi güç birtakım dış etkenlerin de yardımını ister. Şiirler vardır ki sular gibi akşamla renklenir, ağaçlar gibi ay ışığı ile gölgelenir. Güneş ışığında ise bu aynı şiirler, teneffüs edilmez, bir buhar olur. Uzaktan gelen bir çoban kavalını ya da bir bahçıvan şarkısını dinleyerek ağlamak istediğimiz yaz gecelerindeki ruhumuz, öğlelerin sıcağında taşıdığımız o ağır ve baygın ruhun eşi midir? En güzel şiirler, anlamlarını okuyucunun ruhundan alan şiirlerdir. Şiirde kimi bölümlerin kuşkulu ve belirsiz kalması bir yanılgı ve bir eksiklik olmak şöyle dursun, tam tersine şiirin güzelliği bakımından çok gereklidir. Biçemde körletici bir açıklık, İngiliz estetikçisi Ruskin'in dediği gibi hayal gücüne yapacak hiçbir şey bırakmaz, o zaman sanatçı en değerli "mütte-fik"i olan okuyucunun ruhundan gelecek yardımı yitirmiş olur. Sanat yapıtının en büyük ereği, hayal gücünü kendine bağlamaktır. Bunu başaramayan yapıtın öbür bütün artam (meziyet) ve erdemleri, onu bir sanat yapıtı olmamaktan kurtaramaz.
Ahmet Haşim Piyâle (İstanbul - İkdam Matbaası, 1928), 2. Baskı, sayfa 4-13 Günümüz Türkçesine çeviren: Yusuf Çotuksöken